Hoparlörden kelimeleri kusarcasına bir ses duyuluyordu; “Kaçmayın, biz size Türklerden daha iyi bakarız”.
Sözcükler zor seçilse de, ne söylediğini kolayca anlayabiliyordunuz. Çünkü Gemiler sahil boyuna yaklaşmış, Rus askerleri karaya çıkmaya hazır bekliyorlardı.
1915 yılında I. dünya savaşı nedeniyle ilan edilen seferberlik esnasında baba ocağı terkedilmemiş, tüm yurtta olduğu gibi genel seferberlik kurallarına uyulmuştu. Ancak 1916’daki Rus işgali ile göçler başlamıştı
“Anam elumi oyle bir tutmuş çi, sançi biraz gevşetse gerude kalacakmuşim, beni kapacaklarmuş çibi hissediydu. O ayrulmaya, dedemun dedesunden ve kim pilur kaç guşak daa eskiye tayanan aile toprağumızi terk etmeye karar vermeden once, Ermeni esgerin süncusundan, bir Rus askerunin paltosu altina saklamasu ile kurtulduktan sona karar verdiğumiz cüni unutmam mümçun değuldi.”
Hamzaçebi’lerden Salih kızı Hamide. Nüfus kağıdında doğum yılı 1906 yazmasına rağmen, penu küçük yazdurmuşlar derdi. Ortaokul ikinci sınıfa kadar aynı yatağı, üniversite için evimden ayrılıncaya kadar aynı odayı paylaştığım babaannem. Böyle anlatıyordu, ailesi ile birlikte Sürmene’yi terk edişlerini ve dağlardan kaça kaça bizim köye kadar gelişlerini.
Savaşlar ne kötüydü. Hele bir ya da birden fazla ülkenin başka bir ülkenin topraklarına göz koyması ne kadar anlamsızdı. Hamide’nin bunu anlaması olanaksızdı. Ne isterlerdi, niyeydi, topraklarını terk etmek zorunda kalmaları için başka insanların zorlamalarının olması kabul edilebilir değildi. Aslında konuyu savaşan, işgale gelen askerlerin büyük bir çoğunluğu dahi bilemezdi. Onlara anlatılanla gerçek çok farklı olurdu.
Devletleri egemenler idare ederler. Onların kendi çıkarları, daha çok da ekonomik çıkarları bunda başrolü oynardı.
Aslında sorunun yanıtı, Romen yazar “Liviu Rebreanu’nun Asılmışlar Ormanı” romanının bir bölümünde, cephede karşılaşan, önce birbirine silah doğrultan, ancak iki askerin de tetiğe dokunamadığı, sonrasında dost olup, neden savaştıklarını sorguladıklarında birinin, “…bilmem, savaşlara devletler karar verir, bizler savaşırız…” sözünde gizlidir.
Bizim köyümüz Cecüle, bu günkü adı ile Bucaklı. Kuzey doğusundan denizin görüldüğü, Doğusunda Bolaman ırmağı, Kuzey doğusunda Yassıtaş, güneyinde Çaltumar, batısında Tahtabaş ve kuzeyinde Meşebükü’nün yer aldığı, tepelerin arasında kalmaktan, deniz yönünden gelen rüzgâr dışında az havadar kalmış benim ata toprağım.
“Yiğit kari idum, deden penu körür körmez aşik oldi, aldu penu” diye anlatırdı Garisino oluş hikayesini de. O kullandığı lehçesi, Karadeniz’in kendine has şivesi ile öyle güzel anlatırdı ki, bildiğimiz konuları bile tekrar tekrar dinlemekten bıkmazdık. Nasıl aşık oldu dedemiz sana diye sordukça, o buğulu, yaşlılıktan çökmüş, çukurlaşmış gözlerini kısarak, donuk sesi ile başlardı anlatmaya,
- “ Yiğit kari idum, öndereyi furdum mu öküzün üzerine, sirtımda amcan, peşukte diğer amcan…”
Dağlar engebeli, dağlar geçit vermiyor. Orman, sık ağaçlar, sık çalılıklarla kaplı. Seferberlik dönemi. Açlık, sefalet kol geziyor.
Ilgım: Niye bu kadar çok sıkıntı yaşanıyor baba?
Çünkü yurdun dört bir yanı işgal altındadır. Her bir köşesi düşmanlarla çevrilmiş, Antalya ve Konya’da İtalyanlar, Adana’da Fransızlar, Urfa, Maraş ve Gaziantep’te İngilizler, bu sırada Yunan da İzmir’e çıkıyor. Bunlara eklenmiş Avustralyalısı, Yeni Zelandalısı.
Ne kadar emperyalist güç varsa hepsine karşı, bir avuç Türk’ü, Laz’ı, Çerkez’i, Kürt’ü ile karşı koymaya çalıştığı vatan toprağı. Elinde avucundakileri cepheye gönderen, gençleri bay-bayan cephede, bir avuç yaşlı çocukla geride kalmış insanlarımız.
Böyle bir ortamda baba ocağını terk edip, mümkün olduğunca uzağa kaçmaya, bir umut bulmaya giden Hamzaçebi sülalesinden bir kısmını teşkil ediyordu babaannem ve sülalesi. Kıyafet, kumanya yeteri kadar yok. Geçtikleri köylerde insanlar da baba ocaklarını terk etmişler.
- “Ana, ekmek, acıktum…”
“Bu sözü kaç kez söyledim ve kaç kez anamın al bunu idare et kızım deyip, sadece bir ısırımlık ekmek verdiğini ve derelerden ne kadar su içtiğimizi hatırlamayrum…” derdi babaannem.
Vatanın her yeri yine vatandı. Ancak ilk vatan doğduğu yerlerdi. Ta dedelerinden beri yaşadıkları toprakları terk etmek, oradan ayrılmak zorunda kalmak ne kadar acıklıydı.
Kah yağmurlarda, kah güneşin yakıcılığı altında, kah da yıldızlı göğün altında, boş ıssız, zaman zamanda evlerin ışıklarından yansıyan parlaklıklar altında zorlu bir yolculuk sonrası ulaşmışlardı, tamam artık, burası uygun dedikleri yere.
Cecüle’ye geldiklerinde, boklu çayır denilen mevkide çadır kurulur. Geniş bir otluk alanda, bir sürü göçmen bir arada, çadırlarda yaşamaya çalışırlar. Köyün yerlileri önce yabancı gibi baksalar, pek yanaşmasalar da, yavaş yavaş, biraz da meraktan, kim, ne, hırlı mı, hırsız mı öğrenmeye çalışırlar.
Annesi Kadın, Babası Salih, abisi Ferhat, kardeşi Polat, amca çocukları Sadık ve Mithat ve aileleri ile çıktıkları bu yolda yaşadıklarından sonra bu köy onlara ilaç gibi gelmişti. Aile yerleşme planları yaparken baba Salih hiç uğraşmayın, geri döneceğuz demiş. Bu nedenle bir süre hazırdan yemeye devam etmişler.
“Dedeniz Kara Hüseyin Oğlu (köylü kısa yoldan garisino derdi) Mustafa, köyün muhtarı, yiğit adam. Ayağında aceskesi (deri çizme), elinde kamçısı, kafasında şapkası, yeleğinde köstekli saati ile tam bir köy delikanlısı, ilk görüşte vurulduğum, ilk göz ağrım”, diye eklerdi babaannem.
Kalabalığın arasından çakır gözlerini dikmiş hayranlıkla kendisine bakan bu yiğit görünüşlü, henüz genç kızlığa geçmekle geçmemek arasında kalmış Hamide Garisino Mustafa’nın da dikkatini çeker. Bunun için de göçmen Hamzaçebi’lere ilgisi başlar. Onların rahat etmesi için elinden gelenden fazlasını yapmaya çalışır. En büyük abi Ferhat Hamzaçebi gurubun lideridir. Öncelikle onun kalbini kazanmak gerekir diye düşünür Garisino Mustafa.
Çadırlarının kurulması, eksik yastık, yorgan ne varsa Garisino Mustafa tarafından karşılanır.
Zaman geçmekte, sıkıntılar el birliği ile birer birer aşılmaktadır.
Çadırların yerlerini ağaç evler almaya başlar. Her ailenin konaklayacağı kadar tek odalı, dışarıda ortak kullanılan helaları ile ormancıların geçici konaklama yerlerine benzeyen yaşam yerleri ile bir mahalle oluşur.
Bu arada Hamide de iyice serpilmeye başlamıştır. Garisino Mustafa ailenin her işine koşturdukça başta Ferhat Çebi olmak üzere kendisine çok güvenirler.
Bu ara Hamide’nin ikiz erkek kardeşi doğar, kendilerine Hasan ve Hüseyin isimleri verilir.
Hasan ve Hüseyin iki yaşındayken baba Salih vefat eder. Ondan bir süre sonra da anne Kadın kaybedilir.
Sürmene’den uzaklaştıktan, o zalim Ermeni çetelerinden, hele hele Rusların işgali altında yaşamak korkusu da atlatıldıktan sonra yavaş yavaş normal yaşama, hayatlarını devam ettirecekleri, aileye kazanç girecek işlere girmeliydi artık.
Artık Fatsa’da yaşanacak, geri dönülmeyecektir.
Akrabaları Mithat Çaltumar köyünden toprak edinir ve oraya yerleşir.
Ferhat bir yüncü dükkanı açar. Daha sonra Fatsa’nın en ünlü içkili restoranlarından biri olan Deniz Lokantası ile devam eder ticaretine. Polat bir kırtasiye dükkanı edinir. En küçükleri Hüseyin çocuk yaşta bir terzi yanına çırak olarak verilir. Daha sonra Hüseyin kendi dükkanını açar ve daha çok gömlek tarzı kıyafetler diker, hayatını buradan kazanır.
En büyük abi Ferhat kabadayıdır. Haksızlık karşısında, Karadeniz’in dalgaları gibi köpürmeye hazır bir yapısı vardır. Birçok kavgada bunu göstermiştir. Köylü çekinir kendisinden. Henüz Sürmene’den göçmeden Havva anne ile evlenmiştir. Yalnızca 1 erkek çocukları olmuştur. Muharrem. Babamın uzun süre çalıştığı Deniz Restoran, Ferhat Dayı sonrasında Muharrem amca tarafından işletilmişti.
Muharrem amca Safiye anne ile evliydi. Hafız ve Şükran isimli iki kızları ve Korkmaz, Mustafa Kemal ve Tamer isimli üç erkek çocukları oldu. Hepsi de dünya iyisi kişilerdi. Korkmaz abi dünya iyisi, kavgacı, içmeyi çok seven, çok iyi de bir çevresi olan birisiydi. Beni Fatsaspor’da oynarken, birinci lig takımı olan Samsunspor’a transfer etmek istedi, anlaştı ama ben okuyacağım deyip reddetmişytim. İçkiye düşkünlüğü nedeniyle genç yaşta vefat etti. Şükran abla Fatsaspor’un liberosu Ömer abi ile evlenmişti. Ona kömür gözlüm derdi. Kocaman siyak gözleri vardı Ömer abinin. Genç yaşta o da vefat etmişti. Sonra orta yaşlarda Şükran abla da vefat etti. Hafız abla, Mustafa Kemal abim de çok güzel bir yaşam sürüyorlar. Ancak Tamer bir alacak verecek davası yüzünden elini kana bulamış ve uzun süre hapis yatmıştı.
Anne babaları öldükten sonra Hüseyin ve Hasan’a Havva anne, annelik etmiştir. Hatta sülalenin anası olmuştur.
Hasan daha sonra evlenerek Samsun’a yerleşmiş ve bir kıraathane işletmeye başlamıştır. Güner ve …. İsimli çocukları olmuş.
Hacı dayı da Samsun’a yerleşmiş ve Hasan dayı gibi esnaflık yapmıştır. Babaannem ile Samsun’a onlara misafirliğe gitmiştik. Oğulları Kemal’in üç tekerlekli bir bisikleti vardı. Yatana kadar uzun salonlarında bir ileri bir geri o bisiklete binmiştim. Bir türlü yatıramamışlardı beni. Fatsa’ya döndüğümüzde babamdan bisiklet istemiştim, babam da napacaksın deyip, beni kucağına oturtup öpmüş ve teselli etmişti. Babamın güler yüzü, tatlı sözleri beni ikna etmeye yetmişti. O zaman neden alınmadığını anlamasam da bugün anlıyorum ki o bisiklete ayıracak paramız yoktu.
Polat Dayı Civade yenge ile evledir ve Neriman, Nurten isimli iki kız ve İsmet isimli bir erkek çocuk sahibi olur.
Hüseyin Dayı Muharrem amcanın karısı Safiye annenin kız kardeşi Hayriye yenge ile evlidir ve Sevgi ve Özlem isimli iki kız ve Kamil ve Ali isimli iki erkek çocukları olur.
Garisino Mustafa kendilerine her konuda destek olmuştur. Bu gelip gitmeler o kadar çok olur ki, başta Ferhat olmak üzere herkes Mustafa’yı sevmektedir.
Mustafa da Hamide de birbirlerini ilk gördükleri andan beri için için yanmaktadırlar. Ancak arkadaş oldukları için Hamzaçebilere bunu açamaz Mustafa. Bunun bir tek yolu vardır, kaçmak. İyi de Hamzaçebiler aynı zamanda bela demek, bunu nasıl yapacak.
Bir gün bahçede önünü keser Hamide’ nin ve ona kaçmayı teklif eder. Ancak Hamide karşı çıkar. Abisi Ferhat’tan korkmaktadır.
- Belalıdır abim, kardeşlerim ile seni öldürürler.
Ancak Mustafa sevdalıdır, dinlemez. Biraz da aralarında oluşan dostluğa güvenir. Ben ikna ederim onları diye düşünür. Benden iyisini mi bulacaklar. Baktım sıkıntılı durum var, muamele (nikah) bile yaparım der kendi kendine.
- Beni öldürseler bile ölümüm senin elinden olsun laz kızı.
Tutar elinden, kaçırır Hamide’ yi. Sonunda da düşündüğü gibi olur ve Hamzaçebiler, gelsin elimizi öpsün diye haber gönderirler. Garisino Mustafa tam da aradıkları damat adayıdır. Varlıklıdır, nüfuzludur, daha ne olsun. Bu evlilik sayesinde bacıları gün yüzü görecektir.
Ne var ki Mustafa’nın imam nikahlı bir karısı daha vardır. Baron’un Fatik. Üstelik ondan bir de erkek çocukları vardır, Cırt Mehmet.
Fatik kısa boylu, ince yapılı, elmacık kemikleri çıkık, esmer bir köy kadınıdır. Meşebükü köyünden Baron’ların kızıdır.
Oğulları Cırt Mehmet hastalıklıdır. İnce hastalığı vardır. Bu yüzden zayıf düşmüştür bünyesi.
Hamide kuma gelmiştir. Ancak daha yiğittir, daha akıllı, daha işvelidir. Kısa zamanda evin kraliçesi olmayı başarır ve Garisino Mustafa’ya muamele (nikah) yaptırtır. Artık Mustafa tapusu ile kendisine aittir.
Hamide, arkadaşları ile dağlarda kari oynatırlardı diye anlatır Garisino Mustafa’yı. Şaşkın bir şekilde, neden karşı çıkmazsınız, neden katlanırsınız bu tür şeylere diye sorulduğunda, boynunu büker, o derin, arkasında tonlarca anı bırakmış gözlerini kısar ve:
“Şimdi keşke hayatta olsa da eve getirse o karilari” der susar, uzaklara bakardı.
O kadar çok mu seviyordun babaanne diye sorduğumuzda da “O sevilecek bir erkekti, adam gibi adamdı. Başka karilar da oldu hayatında, karda yürür izini belli etmezdi. Ama sonunda benimdi, ben istediğimde de hep yanımdaydı. Yakışıklıydı…”
Bu, “karda yürür izini belli etmez” cümlesi, çocukluk dönemlerimde en çok etkisinde kaldığım benzetmelerdendi. Çoğu kez kara bastığımda arkama dönüp ayak izlerime bakar, iz kaldığını gördükçe, demek ki ben daha büyümemişim, ya da ben dağlarda karı oynatacak yaşa gelmemişim henüz derdim.
Comments